11 Nisan 2012 Çarşamba

İKSV Film Festivali Sunar; Ana Dilim Nerede?

Dün Asmalımescit'te bir ajansa iş görüşmesine gittim. Çıktığımda Taksimde ne yapılır diye kafa patlatırken sonunda İKSV Film Festivali'nden bir film izlemeye karar verdim. Mekan elbette ki Atlas pasajıydı. Canım Atlas pasajı... Salon hınca hınç doluydu zaten aksi beklenemezdi.

Filmin adı; Ana Dilim Nerede?




Filmin konusu için IKSV şöyle yazmış;
''Anadilinin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu öğrenen ihtiyar Mustafa, çocuklarına öğretemediği bu dilin unutulmaya terk edilmesinden kendini sorumlu tutar. Geçirdiği rahatsızlık nedeniyle dinlenmesi gerektiği bu dönemde, hayatının sonuna geldiği düşüncesiyle yeniden yüzleşmek zorunda kalırken, hafızasında kaldığı kadarıyla yitip giden dilini kaydetmeye karar verir. Ana Dilim Nerede?, evde dahi kendi dilinde konuşmanın yasak olduğu yıllardan sonra artık gizli tutulamayacak olan “anadil” gerçeğini ve Türkiye’de resmi politikaların yarattığı kültürel travmanın orta sınıf bir aile üzerindeki etkilerini konu alıyor.''







Filmin sonunda yönetmen ve oyuncular sahneye çıkıp uzun bir alkış aldıktan sonra kısa bir söyleşi yaptılar. Ardından da izleyiciler tarafından soru sorma faslı başladı. Salon oldukça kalabalıktı ve ben soru sorma fırsatı yakalayabilen şanslı azınlığın içerisindeydim. Yönetmene, bu filmin politik bir film olmasından ziyade unutulmaya yüz tutmuş bir dile olabildiğince dikkat çeken bir film olduğunu söyledim. Akabinde  kendisinin bu filmi nereye koyduğunu sordum. O da aşağı yukarı bana katıldığını söylerken, ince ince Türkiye'de Kürt dili ve alt kolu olan Zazaca'nın asiminasyonuna göndermelerde bulundu.

Ardından yönetmenin babası -aynı zamanda filmin baş karakteri- olan Mustafa Kahraman, ilkokuldayken kürtçe konuşmanın yasak olduğunu, konuşanlara ağır cezalar verildiğini üzülerek anlattı.

Kısaca bir festival filmi benim için böyle geçti cancağızlarım.

Oh Land Grubu Ülkücü Gençlerle Buluştu





Ülkemize konser vermek için gelen Oh Land grubu hava limanında ülkücü gençlerin yoğun sevgisiyle karşılaştı. Özellikle ülkücü gençliğin çok sevdiği '' wolf & i '' şarkısıyla gönülleri kazanan grup, konser sırasında gençlerin bozkurt işareti yapmalarını ise şaşkınlıkla karşıladı.
MHP Gençlik Kolları Başkanı Serhat B., bundan böyle wolf & i şarkısını bambaşka yerlere koyacaklarını gazetecilere bildirdi.
Haber; Simge Haber Ajansı.



27 Ekim 2011 Perşembe

Bir Kürt Kızının Öyküsü



Ben Kürt değilim. Ama çok sevdiğim iki tane kuzenim Kürt. Bugün bir tanesinin hikayesini yazacağım...
Ebru abla, her sabah saat 5 buçuk gibi kalkar, Adana'nın bir köyüne gitmek üzere yollara düşerdi. Medeniyetten hiç bir nasibini alamamış bu yerlere binbir zorluklarla, çamurlara bata çıka ulaşırdı. Çünkü o bir öğretmendi. Sınıf öğretmeni. Üstelik mastırlı bir fizik mühendisi olmasına rağmen... Bunu neden yapıyorsun, özel bir şirkete girip çok para kazanabilirsin dediğimizde hep aynı cevabı verir; birilerinin bu zavallı çocuklara Atatürk sevgisini aşılaması gerek. Bunu yapmazsam onların masum beyinlerini başka ideolojilerle yıkayacaklar diyerek bizi sustururdu. Her seferinde.
Bu fedakarlığı kim yapar? Ben yapabilir miyim? Ebru abla hala sınıf öğretmenliği yapıyor. Kürt. Bu ülkeyi çok seviyor. Ama bu ülkede malesef kurunun yanında yaş da yanıyor. Ne yazık...

Şehit haberlerinin gelmesiyle birlikte televizyonlarda ırkçı söylemlerle dolup taşan görüntüler izledik. Bazılarımız bunları kınadı bazıları haklılar diye arkasında durdu söylenenlerin. Ne kadar çabuk heyecanlanıp kulaklarının duymadığı  sözcükler çıktı ağızlarından. Ne yazık...

13 Ekim 2011 Perşembe

Vay Anasını

Tam olarak şöyle bir şey;
Hiç bir zaman omzunda ağlayamayacağımız, ona iğrenç espiriler yapamayacağımız, çok özlemek isteyeceğimiz ama özleme ihtimalini bile bize sunmayacak olan insanlar var. Ne kadar zor, ne kadar kötü. Keşke beni üzseydi, keşke ona aşık olduğumu söyleyebilseydim, keşke beni mutsuz etseydi ya da keşke hiç merak etmediğim bir şeyle ilgili saatlerce konuşup canımı sıkabilseydi  diyeceğimiz insanlar...

29 Eylül 2011 Perşembe

Yıllar Geçti Unutmadık; Mehmet Tarhan


Mehmet Tarhan

 Dorian Grey’in Portresi adlı kitapta şöyle bir şey geçiyor;

“Bütün bedensel ve beyinsel seçkinliklerde bir uğursuzluk vardır bence. (...) Öbür insan kardeşlerimizden farklı olmamak daha iyidir. Bu dünyada en şanslı olanlar bence çirkinlerle aptallar. Yan gelip yayılarak yaşam denen oyunu ağzı açık seyredebilirler. Zafer denen şeyi bilmeseler bile hiç değilse yenilgiyi de tatmazlar. Aslında hepimizin yaşamamız gerektiği gibi yaşar onlar; kaygısız, kayıtsız, çalkantısız. Başkalarının mahvına yol açmadıkları gibi kendileride yabancıların elinde telef olmazlar.”

Kitaplardan alıntı yapmam, alıntı yapanlardan hoşlanmam. Bana kitaptan alıntı yapıp konuşan insanlar her zaman yapay bir entellektüellik çamurunda debeleniyormuş hissi verir. Kendine ait söylenecek sözü olmayan insanların yaptığı bir şeydir alıntı. (Ve belki de Nuran Yıldız hocamla sadece bu konuda fikir birliğine gideriz.)
Bildiklerini bilmemizi isteyen insanları görünce büyük bir hırsla başımı başka yere çeviririm. Bildiğin şeyi bilmemin kime ne yararı var? 

Bir kaç gündür basit bir insan olsaydım nasıl olurdum diye kafamda kendi var oluşumu tasarlarken söz konusu kitaptaki metinlerle karşılaştım. Sonra durup düşündüm. Ben o insanların hangisiyim? Bir aptal mı yoksa dünyanın her bir eleminin farkında olup bunu hazmetmeye çalışan bir zavallı mı?...

Bugün kendimizi ve “öteki”yi sorgulama günü. Biz ve bizden farklı olanların günü. Belkide benim artık alıntı yapanları sempatik bulmaya başladığım gün. Bugün.

Çok sevdiğim bir savaş karşıtının kendisi hakkında çekilen belgeselinde kullandığı şu cümlelerle yazımı bitirmek istiyorum; “kilidin ne tarafı hücre?” Hapiste olan biz miyiz yoksa onlar mı?

Mehmet Tarhan, sevgili kardeşim. Ne yapıyorsun iyi misin? Geldiysen işaret ver.
 

28 Eylül 2011 Çarşamba

İETT; Bir İnsanlık Masalı


Ömrüm İETT otobüslerinde bir yerden bir yere giderek geçti. Tanıştırayım İETT, İstanbul şehir içi otobüs kuruluşudur. Nam-ı diğer Ankara'nın EGO'su gibi bir şeydir. Çoğunu yenileselerde Türkiye'nin dört bir yanında olduğu gibi hala körüklü ve inanılmaz egzoz dumanı çıkartan otobüsleri vardır ve baya baya kullanılır...
Çocukluğumdan beri otobüslerin içinde insanları gözlemlemek hep hoşuma gitmiştir ve hala da gider. Tüm insanlığa adanmış davranışlara o otobüsün içinde şahit olmak beni çok güldürür...



Bugün. Sabah saat sekiz buçuk. Aceleyle ajansa gitmem lazım. Otobüs geldi -her zaman ki gibi kalabalık- bindim arkalara doğru ilerledim. Ve yıllardır gördüğüm şeyleri bu sabah fark ettim; otobüs yolcuları kesinlikle üçe ayrılıyor;
Birinci tipte olanlara ben "çakal" ismini koydum. Bu çakallar ilk durakta otobüse bindiğinden anında yer bulup oturabiliyorlar ki genelde cam kenarı oluyor. Olabilir. Bu arkadaşlar otobüs duraklara uğramaya ve yavaş yavaş dolmaya başlayınca ayakta duranları fark edip kendilerini uykuya veriyorlar. Ara ara gözlerini "hee nerdeyim ben"der gibi açıyorlar sonra insanların üzerine geldiğini fark ettikleri anda gözlerini hızlıca tekrar kapatıyorlar. Ayaktakilerin delici bakışlarından korunmak için iyi bir yöntem aslında.
ikinci grup. Gözleri tamamen açık. Direk ve dik. Kararlı. Bunlar yaşlı, hasta, hamile hiç fark etmez asla yer vermezler. Otururken kendilerine söz vermişlerdir ne olursa olsun kalkmicam diye. Bir de utanmazlar yüzlerine yorgun, uykusuz mimikleri verin değil mi? Hayır o da yok. Baya kararlılar. Ben bunlara "iblis" diyorum.
Üçüncü grup. Tam bir salaklar. Onlara acıyorum. Saatlerce otobüste ayakta beklerler inmeye yakın bir yer boşalır zar zor otururlar. Zonklayan dizlerini ovuşturmaya kalmadan bir yaşlı amca biner otobüse. Salağımız ilk başta etrafına bakınır boş yer var mı diye. Bakar ki boş yer yer yok ve anca kendi kalkarsa amcamız oturabilecek o halde hemen kalkar yerini verir. Anında bir yer daha boşalır gider oraya oturur ama yüreği hop eder  yaşlı biri ayakta mı kaldı diye. Bu sefer orta yaşlıya yer verir. O kadar ki otobüstekiler artık bu salağı "yaşlıya yer verici" seçmişlerdir bilinçaltı. Ben bu salağa karşı soğuk savaş uygulayan otobüs sakinlerine "vicdansız", bu salağa da "Simge" adını uygun görüyorum değerli okuyucularım. Varın gerisini siz anlayınn canlarımın içleri.
Son olarak, bomboş bir otobüse binip heyecandan nereye oturacağını bilemeyip bir o koltuğa bir bu koltuğa geçen yolcuya bir kategori atfetmedim. Allah onları bildiği gibi yapsın inş.

Ve son, son olarak kapıda yoğunluk yapmayın inerken zor olii.

ahahah hay allam ya.

7 Eylül 2011 Çarşamba

Herşeyi Tüketin inş.

Harika sanatçılar olabilirdik ama gelişen teknolojiyle yaratıcılığımız köreldi.
 Şimdi ne var? Dijital sanatlar, sanal bir sanat anlayışı...

Etraftan sürekli mesajlar alıyoruz gün içinde. Sürekli. Her biri sen hiç bir şey düşünme, hiç bir şeye kafa patlatma diye konumlandırılmışlar sanki. Televizyon izliyoruz. Üstelik artık her yerde ekranlar var tıpkı "big brother" gibi. Önünde oynayan bir şey için ekstradan bir şeyler düşünmeye gerek var mı? Yok. Kimse düşünmüyor zaten. Kimse resim yapmıyor, kimse müzik dinlemeyor. Dinlediklerini müzik sanıyor. Ne kadar saçma bir yer burası!

Bugün iyi değilim. Konuşmak istiyorum ama konuşmak istemiyorum. Sürekli bir şeyleri telafi etmekten çok sıkıldım. Sürekli yeniden başlayıp kalp kazanmaya çalışmaktan...
bıktım artık.