29 Eylül 2011 Perşembe

Yıllar Geçti Unutmadık; Mehmet Tarhan


Mehmet Tarhan

 Dorian Grey’in Portresi adlı kitapta şöyle bir şey geçiyor;

“Bütün bedensel ve beyinsel seçkinliklerde bir uğursuzluk vardır bence. (...) Öbür insan kardeşlerimizden farklı olmamak daha iyidir. Bu dünyada en şanslı olanlar bence çirkinlerle aptallar. Yan gelip yayılarak yaşam denen oyunu ağzı açık seyredebilirler. Zafer denen şeyi bilmeseler bile hiç değilse yenilgiyi de tatmazlar. Aslında hepimizin yaşamamız gerektiği gibi yaşar onlar; kaygısız, kayıtsız, çalkantısız. Başkalarının mahvına yol açmadıkları gibi kendileride yabancıların elinde telef olmazlar.”

Kitaplardan alıntı yapmam, alıntı yapanlardan hoşlanmam. Bana kitaptan alıntı yapıp konuşan insanlar her zaman yapay bir entellektüellik çamurunda debeleniyormuş hissi verir. Kendine ait söylenecek sözü olmayan insanların yaptığı bir şeydir alıntı. (Ve belki de Nuran Yıldız hocamla sadece bu konuda fikir birliğine gideriz.)
Bildiklerini bilmemizi isteyen insanları görünce büyük bir hırsla başımı başka yere çeviririm. Bildiğin şeyi bilmemin kime ne yararı var? 

Bir kaç gündür basit bir insan olsaydım nasıl olurdum diye kafamda kendi var oluşumu tasarlarken söz konusu kitaptaki metinlerle karşılaştım. Sonra durup düşündüm. Ben o insanların hangisiyim? Bir aptal mı yoksa dünyanın her bir eleminin farkında olup bunu hazmetmeye çalışan bir zavallı mı?...

Bugün kendimizi ve “öteki”yi sorgulama günü. Biz ve bizden farklı olanların günü. Belkide benim artık alıntı yapanları sempatik bulmaya başladığım gün. Bugün.

Çok sevdiğim bir savaş karşıtının kendisi hakkında çekilen belgeselinde kullandığı şu cümlelerle yazımı bitirmek istiyorum; “kilidin ne tarafı hücre?” Hapiste olan biz miyiz yoksa onlar mı?

Mehmet Tarhan, sevgili kardeşim. Ne yapıyorsun iyi misin? Geldiysen işaret ver.
 

28 Eylül 2011 Çarşamba

İETT; Bir İnsanlık Masalı


Ömrüm İETT otobüslerinde bir yerden bir yere giderek geçti. Tanıştırayım İETT, İstanbul şehir içi otobüs kuruluşudur. Nam-ı diğer Ankara'nın EGO'su gibi bir şeydir. Çoğunu yenileselerde Türkiye'nin dört bir yanında olduğu gibi hala körüklü ve inanılmaz egzoz dumanı çıkartan otobüsleri vardır ve baya baya kullanılır...
Çocukluğumdan beri otobüslerin içinde insanları gözlemlemek hep hoşuma gitmiştir ve hala da gider. Tüm insanlığa adanmış davranışlara o otobüsün içinde şahit olmak beni çok güldürür...



Bugün. Sabah saat sekiz buçuk. Aceleyle ajansa gitmem lazım. Otobüs geldi -her zaman ki gibi kalabalık- bindim arkalara doğru ilerledim. Ve yıllardır gördüğüm şeyleri bu sabah fark ettim; otobüs yolcuları kesinlikle üçe ayrılıyor;
Birinci tipte olanlara ben "çakal" ismini koydum. Bu çakallar ilk durakta otobüse bindiğinden anında yer bulup oturabiliyorlar ki genelde cam kenarı oluyor. Olabilir. Bu arkadaşlar otobüs duraklara uğramaya ve yavaş yavaş dolmaya başlayınca ayakta duranları fark edip kendilerini uykuya veriyorlar. Ara ara gözlerini "hee nerdeyim ben"der gibi açıyorlar sonra insanların üzerine geldiğini fark ettikleri anda gözlerini hızlıca tekrar kapatıyorlar. Ayaktakilerin delici bakışlarından korunmak için iyi bir yöntem aslında.
ikinci grup. Gözleri tamamen açık. Direk ve dik. Kararlı. Bunlar yaşlı, hasta, hamile hiç fark etmez asla yer vermezler. Otururken kendilerine söz vermişlerdir ne olursa olsun kalkmicam diye. Bir de utanmazlar yüzlerine yorgun, uykusuz mimikleri verin değil mi? Hayır o da yok. Baya kararlılar. Ben bunlara "iblis" diyorum.
Üçüncü grup. Tam bir salaklar. Onlara acıyorum. Saatlerce otobüste ayakta beklerler inmeye yakın bir yer boşalır zar zor otururlar. Zonklayan dizlerini ovuşturmaya kalmadan bir yaşlı amca biner otobüse. Salağımız ilk başta etrafına bakınır boş yer var mı diye. Bakar ki boş yer yer yok ve anca kendi kalkarsa amcamız oturabilecek o halde hemen kalkar yerini verir. Anında bir yer daha boşalır gider oraya oturur ama yüreği hop eder  yaşlı biri ayakta mı kaldı diye. Bu sefer orta yaşlıya yer verir. O kadar ki otobüstekiler artık bu salağı "yaşlıya yer verici" seçmişlerdir bilinçaltı. Ben bu salağa karşı soğuk savaş uygulayan otobüs sakinlerine "vicdansız", bu salağa da "Simge" adını uygun görüyorum değerli okuyucularım. Varın gerisini siz anlayınn canlarımın içleri.
Son olarak, bomboş bir otobüse binip heyecandan nereye oturacağını bilemeyip bir o koltuğa bir bu koltuğa geçen yolcuya bir kategori atfetmedim. Allah onları bildiği gibi yapsın inş.

Ve son, son olarak kapıda yoğunluk yapmayın inerken zor olii.

ahahah hay allam ya.

7 Eylül 2011 Çarşamba

Herşeyi Tüketin inş.

Harika sanatçılar olabilirdik ama gelişen teknolojiyle yaratıcılığımız köreldi.
 Şimdi ne var? Dijital sanatlar, sanal bir sanat anlayışı...

Etraftan sürekli mesajlar alıyoruz gün içinde. Sürekli. Her biri sen hiç bir şey düşünme, hiç bir şeye kafa patlatma diye konumlandırılmışlar sanki. Televizyon izliyoruz. Üstelik artık her yerde ekranlar var tıpkı "big brother" gibi. Önünde oynayan bir şey için ekstradan bir şeyler düşünmeye gerek var mı? Yok. Kimse düşünmüyor zaten. Kimse resim yapmıyor, kimse müzik dinlemeyor. Dinlediklerini müzik sanıyor. Ne kadar saçma bir yer burası!

Bugün iyi değilim. Konuşmak istiyorum ama konuşmak istemiyorum. Sürekli bir şeyleri telafi etmekten çok sıkıldım. Sürekli yeniden başlayıp kalp kazanmaya çalışmaktan...
bıktım artık.

5 Eylül 2011 Pazartesi

Türkiye'de Kitapçıda Yapılan İlk Şey

Türkiye'de kitapçıda yapılan ilk şey; kitabın fiyatına bakmak! Çünkü Türkiye'de kapak ve içerik değil, fiyat satar. 

Bugün kitaplardan konuşalım.



Herşeyden önce yazıma, çok sevdiğim Nuran Yıldız hocamın cümleleriyle başlamak istiyorum; "İyi yazmanın ilk koşulu, kimsenin okumayacağını düşünerek yazmaktır." Ne kadar doğru! Zihnimde belirlediğim ama bir türlü cümle içinde tasarlayamadığım bu gerçeği harika bir şekilde yazmış. Zaten pek kimsenin okumadığı şu garip bloğumu hiç kimse okumuyormuş gibi farzederek yazmaya devam edeyim. Bu kısım biraz konumuzla alakasız oldu. Herneyse.

Bugün öğle arasında kitapçıya gittim ve günlerdir okumak istediğim bir popüler kültür kitabı aldım. Her ne kadar tablacıda yarı fiyatına satılsada bağrıma taş basıp "kitapçıdan kitap alma keyfi"ni sürdüm. Kitapçıda gezinirken kendi kendime yapmamayı öğütlediğim şeyi her defasında yapıyorum; elime aldığım kitabın hızla arkasını çevirip sağ alt tarafta parıl parıl parlayan fiyat etiketine bakıyorum! Kendime engel olamıyorum çünkü kitap pahalı çünkü o kitabı ne kadar almak istesemde fiyat kitap tercihlerimde ilk sırada geliyor. Ne zamandır fiyatı yirmi lira olan bir kitap almadım. Yirmi liralık bir kitabı ben hep on liraya, beş liraya tablacıdan almışımdır. "Şöyle tek başıma güzeel bir kitapçıda hem kitabımı okuyayım hem de kendime kahve ısmarlayayım" diyeli çok oluyor. Kiminle konuşsam aynı şey! "Kitaba verdiğim paraya acıyorum" buradan da Türk'lerin kitap okuma alışkanlığı ortaya çıkıyor ki bu konuyu açmak yaralı parmağa işemekten farksız. Kitaba para harcamaktan gocunmam ama otuz liralık bir kitabı -içeriği ne olursa olsun- almak içimi sızlatıyor.




Para para para!

Herşeyde olduğu gibi yine para herşeyin önüne geçiyor. Piyasada bedava dağıtılan kitaplar genelde dini içerikli kitaplar oluyor. Aa ne oldu radikal islamcılar rahatsız mı oldunuz? Herneyse şimdilik dini kitaplar okuma eylemi isteği içinde değilim ve hiç bir şey için söz veremem ehe he.Tam Amerikan filmi diyalogları gibi oldu; hiç bir şey için söz veremem tripleri falan eheh. Diyeceğim o dur ki sevgili dostlar bunu yazan tosun, okuyana kosun ahahah diyeceğim bu değil tabikide ama "diyeceğimi" unuttum en iyisi "yiyeceğimi" yazayım ahahah hay allah ya naber nasılsın? 
İşte sevgili dostlarım kimse okumuyor nasılsa hissiyatları içinde yazı yazıncada ortaya böyle ipe sapa gelmez şeyler çıkıveriyor. O nedenle herkes okuyormuşçasına bir hissiyatla yazmak en iyisi. Hem böylesi ne kadar güzel ne kadar hoş.
İşte sevgili ve pek muhterem okurlarım...Çiçek gibi, mis gibi bir Türkiye'nin güncel konusunu nasıl da bir pisliğe çevirdim. Bu konudan çok ekmek yiyebilirdim ama olmadı. Bugünlük bu kadar.

Ajansta ne kadar sıkıldığımı tahmin etmenizi umuyorum.

Sizi sevgiyle uğurluyorum.

Ersin Karabulut'u özledim. Gidip biraz güleyim.